Nilgün Marmara Gibi Düşünme… ‘Uçurumlar var diyorum, insanla insan arasında, kendiyle kendi arasında. Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok. Hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben.’ Belli ki son günlerindeydi, kararlı ve geri dönüşü yoktu. 29 yılı,29 saniyede son vermek… Aniden alınmış bir karar olunamaz ki… Evveli var, gerekçeleri var, içinde kocaman asla doldurulamayan boşluk var, anlaşılmayı bekleyen bir kadın var, her şeyden öte orada kendini ispatlamış bir Nilgün var. Kanıyla, canıyla tüm bedeniyle var olan ama ruhuyla, benliğiyle çoktan yok olmuş bir Nilgün var. Cemal Süreya, Edip Cansever, Tomris Uyar ve daha nice ince ruhlarla sohbet eder, şarkı söyleyip dansta eder Nilgün ama belli ki hiçbiri içindeki yalnızlığa ortak olamamış. Her gülüşünde hep hüzün saklar. Attığı kahkahalardaki çığlıkları kimse duymaz hatta O bile ,O’ nun için ülkesinden ayrılmayı kabul eden Nilgün, anlaşılamadı. Yazdığı onlarca şiire duyarsız kalan O. Yaşadığı mutlu anlarda hep bir hüzün görür, güldüğü an durur ve derine bakar, belli ki hep gitmez istediği yeri düşünür, uzun uzun saatlerce kuytu bir yerde. Merak edilmemenin acısını yaşar Nilgün, O’ndan uzanmayan elin hasreti var kalbimin en ücra köşesinde. Gitmekle kalmak arasında kalınca, kalmayı denese de hep içindeki ses gider o arzuladığı uzak diyara. Bu yeryüzünde Nilgün içinde yaşadığı ruh olan Sylvia Plath’ın yansımasıydı. O kadar çok O idi. Yaşadığı ve yaşayamadıkları o kadar çok benzerdi ki… Belki de bir gün O’nunla buluşacağı yere doğru yürüdü sakin, huzurlu ama bir o kadar da sessiz çığlıklarıyla.
Ve….
Sevgilim Her gün kötücül bir düşü kurmak ve onu taşımak artık kılgıyı gerektiriyor. Sana böyle bir yük bırakmak istemezdim ama sen akıllı ve güçlüsün, çabuk unutursun. Bu durumdan kimse kimseyi ya da kendini suçlu, sorumlu saymasın, çünkü suç yok. Yalnızca ırmağın akışına bir müdahele söz konusu! Her anın niye’sini sorgulayan bir varlığın saygısızlığını yok etmek için kararlaştırılmış bir eylem bu! Çocukluğun kendini saf bir akışına bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte! Bu tükenişle hiçbir yeni yaşama başlanamaz, bu nedenle tüm sevdiklerime elveda diyorum. Ben’i bağışlayın! Bunu en çok annemden, babamdan ve Kağan senden diliyorum. Dostlarımdan da! Cenaze töreni istemiyorum, mümkünse yakınız lütfen! Kuşlar ölünceye kadar iyi bakınız onlara. Sahneden çekilirken yaşamıma karışmış herkesi selamlıyorum. Kağan arzu ederse ileride, daktiloya çekilmiş şiirleri bastırabilirsin”
Böyle veda etti Nilgün, kendisine ailesine ve çok sevdiği Kağan’a. 30 yaşına gelmeden gözlerini yumdu bir dakika bile tereddüt etmedi. Nilgün hep dik duruşlu ama duygu akışlarına da yenik düşecek kadar da narindi. Sonrası Nilgün için hiç olmayacaktı. Ne bir çiçek ne de bir gözyaşına ev sahipliği yapacak bir mezarı olmayacaktı Nilgün’ün. İntiharların bazıları birilerini cezalandırmak içindir ya! Peki sen Nilgün, sen kimi ya da neyi cezalandırmak istedin? İçinden çıkamadığın duygusal yükünü mü yoksa çok sevmene rağmen hiç seni dinlemeyen Kağan’ı mı? bu soruların cevabı asla olmayacak. Gerekte yok cevaplanmaya buradaki gizemli tatlılıkta bu olsa gerek. Sade ama içinde fırtınalarla yaşadığı 29 yılı dünyaya gömüp gitse de varlığıyla sonsuza kadar bizimle kalacak. Sen hep var olacaksın NİLGÜN…